1 Nisan 2012 Pazar

Varoluşsal Sıkıntılar

Bir varmış, bir yokmuş; vakitlerden bir vakitte insanoğlu var olmuş. Var olmuş var olmasına da, doğuştan lanetliymiş meğer insanoğlu. Düşünebildiği için, soru sorabildiği için, neden-sonuç ilişkilerini kurabildiği için, ölümün varlığını ve yaşamın anlamsızlığını bilerek yaşamaya mahkum edilmiş. Her an bu sorgulamanın içinde olmaya da dayanmak mümkün değilmiş, öyle ya insan hep bir gün öleceğini düşünerek yaşarsa delirirmiş. O da ilacını "unutma"nın şefkatli kollarında bulmuş. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamış; kendine sahiplenecek şeyler icat etmiş, o şeylere sarıldıkça kendini daha yüce, daha üstün sanmış, maddelerle oyalanmış...
Ama bu sorulardan unutarak kaçmak mümkün değilmiş. o vakit insanoğlu tutmuş ölümden sonra yaşama inanmış; çünkü bir başka canlının yaşamasına katkıda bulunacak olsa da, doğanın bedeniyle birlikte bilincini elinden almasını kabul edememiş, tüm kibiriyle, ruhunun- bir anlamda varlık bilincinin -yaşamaya devam edeceğine inanmış bu yüzden. Yani her şey bir varmış bir yokmuş da, insan hep varmış!
Kimileri de hayatın anlamının felsefede, bilimde, sanatta olduğuna inanmış. Yani ya gerçeğe ulaşamayacağını bile bile sorular sormuş da, bilgelik sevgisine kapılmış, ya neden-sonuç ilişkisi kurarak gerçeğe ulaşacağına inanmış, ya da gerçeği hayalle karıştırıp güzel olana sevdalanmış...
Gökten üç elma düşmüş, dindarlar günah diye kaçmışlar, filozoflar elmanın nasıl olması gerektiğini tartışmaya başlamışlar, bilimadamları elmanın neden düştüğünü sorgulamaya, sanatçılar da elmanın güzelliğine övgü dizmeye koyulmuşlar, böylece yüreklerinin yoklayıp duran o sıkıntıdan biraz olsun kaçmaya çalışmışlar... Fakat elma aslında, çürümeden tadına varılması gereken bir şeymiş; bunu maalesef pek azı  kavrayabilmiş....